Skip to main content
İlham Veren Yazılar

Çocuk ve Çocukluk: Okul Öncesi Öğretmen Adayları Anlatıyor

Yazar: 27 Haziran 2021Şubat 13th, 2022Yorum bulunmadı.

Hedef Kitle:

İçerik Dili:

Özet:

Tahmini Okuma Süresi: 9 dakika

Zeynep Erdiler Yatmaz – Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğitim Bölümü

Bu yazı, 22 Kasım 2019’da “Çocuğun Katılım Hakkı: Neredeyiz?” sempozyumunda Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğitim Bölümü’nden  Zeynep Erdiler Yatmaz’ın yaptığı konuşmanın deşifresinin kendisinden onay alınarak tarafımızca düzenlenmesi ile hazırlanmıştır.

Eğitimde katılım üzerine konuşurken Zeynep Kılıç’ın anlattıkları çok güzel bir giriş oldu. Bizim de “Eğitimin önündeki engeller okul yönündan nelerdir? sorusunun cevabını ortaya koyabilecek Fetiye Erbil ve Ersoy Erdemir ile birlikte gerçekleştirdiğimiz minik bir çalışmamız vardı. Onu sizlerle biraz paylaşmak istiyorum.

Öncesinde konuya şöyle girebiliriz. Sabahki konuşmada da sözü edildi. Okul çocuklar için ortak bir payda. Hem evi hem arkadaşlık ilişkilerini hem de öğrenme ortamlarını birleştiren bir ortam. Çocuğun mikro sistemlerini ev, okul ve arkadaş grupları olarak ele alırsak ve çocuğun en etkin olduğu grupların bunlar olduğunu düşünürsek okul bütün bunları bir araya getirebilen bir çevre. Bu anlamda okul çocuğun katılımı için de oldukça önemli bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Ve çocukların hayatlarının çok büyük bir bölümü hakikatten okulda geçiyor.


Eğitimin odağı, eğitimin niteliğini arttırmak ya da eğitimde katılım konularına geldiğimiz zaman öncelikle konuşmamız gereken aktör öğretmen. Çünkü eğitimin içeriği ve yöntemleri ile sınıf içindeki uygulamalar; öğretmenin davranışlarına göre şekilleniyor. Eğitim programı ne olursa olsun öğretmen çok önemli bir unsur. Bu anlamda öğretmenlerin aslında çocukları nasıl algıladıkları, onu nasıl tanımladıkları, onu nasıl bir insan olarak kurguladıklarının son derece önemli olduğunu düşünerek böyle bir çalışmaya başladık.

Ve öğretmenler bu farkındalığa sahip mi değil mi? Beni aslında ilk olarak bu konuya getiren şey şuydu; Erken çocukluk eğitiminde öğretmenlerin sınıf içi uygulamaların belirleyicisi olması açısından eğitim hakkındaki düşüncelerini çalışmışlığım vardı. Fakat bir şekilde sınıf içindeki uygulamalarla öğretmenlerin eğitim hakkındaki görüşleri arasında bir uyumsuzluk söz konusu. Araştırmalarda bunu zaten hep söylüyorlar. “Söylediklerini yapamıyorlar.” “Düşündüklerini gerçekleştiremiyorlar.” diye. Bu yoldan gidip acaba “Bu eğitimde böyleyse çocuklarda da böyle olmalı. Acaba öğretmenler çocuklar hakkında ne düşünüyor, çocuğu nasıl tanımlıyor ki uygulamaları ona göre şekilleniyor?” diye düşünerek öğretmenlerde çocuk algısını çalışmaya doğru yönlendik.

Öğretmenlerin inanış ve düşünceleri sınıf içindeki uygulamalarda son derece önemli. Çünkü sınıfın kapısını kapattığınız zaman artık sadece öğretmen ve çocuklar var. Ve özellikle erken çocukluk eğitiminde, okulöncesi dönemde ve sonrasında da aslında öğretmen-öğrenci iletişimi çok önemli. Öğretmenin ne sunduğundan daha çok nasıl sunduğu, çocuğa nasıl davrandığı, nasıl ilişki kurduğu, bağ kurup kurmadığı son derece önemli. Bunu yapacak anonim kişi öğretmen. Ve arkasında öğretmenin kendi düşünceleri, inanışları oldukça önemli.

Şunu biliyoruz ki araştırmalar öğretmenlerin düşünce ve inanışlarının son derece dirençli olduğunu gösteriyorlar. Öğretmen eğitimi bölümündeyiz ve birinci sınıfta öğrencileriniz geliyor, dördüncü sınıfta bizden ayrılıyorlar. Birinci sınıftan dördüncü sınıfa kadarki değişim kolay olmuyor. Çünkü birinci sınıfa gelene kadar 15-16 sene boyunca öğretmen gözlemlemiş oluyorlar. O yüzden çok sabit fikirler var. “Öğretmen böyle olur, öğretmen böyle olmaz.” “Öğrenci şöyle davranır, şöyle davranmaz.” gibi. Bunu çocuk algısı açısından uyguladığınız zaman zaten öğretmen adaylarının kendilerinin çocuk oldukları dönemden itibaren çocukluk hakkında son derece yerleşik fikirleri var. Ve kendi içlerinde yaşadıkları çocuklukla bağlantıları koptuğu için bu durum daha da zor bir hale geliyor. O yüzden bir direnç söz konusu.

Çocuğa ve çocukluğa dair felsefi yaklaşımlar konusunda birçok farklı gruplama var. Genelde çoğu felsefi yaklaşım çocuğu insan doğasının orijinal formu olarak ele alıyor. Yani insan doğasını arsız, bencil, kontrol edilmesi ve yontulması gereken bir yapıda olduğunu düşünüyorsanız çocuğu da öyle görüyorsunuz. Ya da insanın saf, temiz ve soylu bir ruha sahip olduğunu ve yargılar, belli başlı samimiyetsizlikler tarafından bozulmamış bir yapı olduğunu düşünüyorsanız o zaman çocuğu da öyle göz önüne alıyorsunuz. Ya da potansiyel, gelişmekte olan, geleceğin yetişkinleri, geleceğe yatırım yapılması gereken bir birey olarak ama gelişmemiş henüz eksik bir birey olarak görüyorsunuz.

Bir de artık bizim burada olmamızı sağlayan farklı bir bakış açısı: “Çocuk kendi başına etkin bir bireydir. Kendi hayatını ve içinde bulunduğu ortamı şekillendirir ve dönüştürür. O yüzden onun düşüncelerini aynı yetişkinler gibi dile getirmesi ve içinde bulunduğu hayatını, bizim hayatımızı şekillendirmesine izin verilmesi gerekir.” gibi bir düşünce. Nitekim yeni doğan bir bebek “Kendisini ifade edemiyor.” “yetişkinlere bağımlı” desek de içine düştüğü evi çok güzel bir şekilde dönüştürüyor.

Buradan yola çıkarak okulöncesi öğretmenliği birinci sınıf öğrencileriyle bir araştırma yapalım dedik. Bölüme geldikleri zaman; “Herhangi bir derste eleştirel düşünme fırsatı yaratmadan acaba çocuklar hakkında neler düşünüyorlar?” diye merak ettik. Okulöncesi öğretmenliğin tümü kadın öğrencilerden oluşuyor. Ve devlet üniversitesi. Mezun oldukları lise türlerine baktığınız zaman öğretmen liseleri, meslek liseleri, çocuk gelişimi programları ve az sayıda düz lise. Şimdi tabii bu da bizim için önemli çünkü zaten meslek lisesi ve çocuk gelişimi lisesinden geldiği için “Çocuk böyledir.”, “Çocuğa şöyle davranılmalıdır.”, “Öğretmen böyle yapmalıdır.” gibi belli bir yapı var. Bunları değiştirmek de sorgulatmak da kolay olmayabiliyor.

Araştırmada çeşitli bulgular var. Öncelikle biz şunu sorduk öğretmenlere: “Kendinizi anlatın. Çocukluğunuz nasıldı?” Öğretmen adayları çocukluklarını anlatırlarken kendi geçmişlerine döndüler ve birincil ağızdan o çocuğun konuşmalarını dile getirenler oldu. “İnanılmaz derecede utangaçtım. Canım bir şey yapmak istemiyor. Tuvalete gitmek istiyordum. Bunu söyleyemeyecek kadar utangaç bir insandım.” gibi. Ya da “Ben çok mutluydum. Evimiz site içindeydi.” gibi çocuklukta yaşadığı şeyleri dile getiren öğretmen adaylarımız oldu. Daha çok çocukluktaki anılarıyla bağ kurarak o günleri anlatan öğretmen adaylarımız vardı.

Katılanların bir kısmı geçmişteki anılarını anlatırken bir yandan da yetişkin perspektifinden kendi anılarını değerlendirdi. “ Yaşıtlarım benden küçükler. Küçüklere kıyasla kardeşlerimle kendimi karşılaştırırım.” gibi. Hâlbuki çocuk genelde kendini karşılaştırmaz. Bu yetişkinlerin yaptığı bir şeydir. Ya da “Paylaşımcıydım, çok afacandım, çok yaramaz bir çocuktum.” gibi söylemler. Çocuk ve çocukluk denildiğinde her ikisine de değinen öğretmenlerimiz var. “Ben çocukken çok yaramaz bir çocuk olduğumu düşünüyorum çünkü herkesin benden yaka silktiğini biliyorum.” gibi. Bir çocuğa yaramaz denmesi; çocuğun kendi kendine giydirdiği bir sıfat değildir. Yetişkinlerin ona atfettiği bir şeydir.

“Sizin çocukluğunuz böyleydi. Lütfen bize çocuğu tanımlar mısınız? Çocuk sizce kimdir?” diye sorduğumuzda birçok farklı felsefi düşünce ve teorik çerçeveye uygun tanımlar geldi. Bunlar; “insan doğasının zaafiyetini içeren, us dışı, bencil” olarak algılayan, kontrol edilmesi gerektiğini düşünen, “pasif, edilgen doğan, saf, temiz bir varlık” olarak düşünen, “gelişimsel olarak biraz zayıf, henüz olmamış, olgunlaşmamış, becerileri konusunda desteğe ihtiyacı olan, dairesel olarak aktif, dönüştürücü, yaratıcı bir birey” gibi cevaplardı.

Genel olarak baktığımızda da çok az öğretmen adayının görüşü bizim düşündüğümüz gibi aktif. Ama böyle olanlar da var. Bu da sevindirici tabii ki. Daha çok “insan doğasının iyiliğini, sağlığını içeren bir potansiyeli olduğunu ve gelişimsel olarak zayıf ve bağlı olduğu” bir çocuk tanımı karşımıza çıktı.

Çocukluk tanımlarıyla ilgili en çarpıcı olan; “güzel ve mucizevi dönem, farklılıkların olmadığı dönem, özgür olduğumuz dönem, sorumlulukların olmadığı dönem”. Ama şu anda yaşayan bir çocuğa “çocukluk nedir?” diye sorsam zannetmiyorum ki hiçbiri kolay kolay “Çok mucizevi bir dönem yaşıyorum, hiçbir sorumluluğum yok ve hiçbir şeyin farkında değilim.” desin.

Çocuklara ilişkin sıfatlarda en çok ve sıklıkla kullanılanlar: “tatlı, şirin, sevimli, masum, masumluk, temiz” gibi sıfatlar. Tek tük çıkan sıfatlar ise: “Israrcı, inatçı” gibi sıfatlar. Bu soruyu sorduktan sonra öğretmen adaylarına bazı ek sorular da yönelttik. “Çocukla yetişkinin farkı nedir?” Çocukla yetişkinin farkını sorduğumuzda öğretmen adayları çocuğu yetişkine göre tanımladıklarını, ikisinin arasında bir hiyerarşiden bahsettiklerini fark etme şansına sahip oldular ve fark ettikleri bu durumu söylediler. Çocukların daha zayıf ya da daha güçlü olduğunu söyleyenler oldu. Masumiyet, çıkar gütmemesi,  kendi kafasından içinden geldiği gibi konuşuyor olması” gibi güçlü yönlerinin olduğunu dile getirdiler.

Katılımı kısıtlayabilecek farklılıklarda en çok öne çıkan şey gelişimsel farklılıklar. “Yetişkinlerden daha az gelişmiş olması, daha korumasız olması, başına gelebilecek herhangi bir şeye karşı ne olacağını öngöremeyecek olması” gibi unsurlar gelişimsel farklılıklar olarak ifade edilmiş. Ama bunlar gerçekten katılımı sınırlayabilecek farklılıklar mı? Çünkü “gelişmemiş, masum, saf, temiz, kar gütmez, farkında değil, kendini koruyamaz” dediğimiz zaman zaten katılımı otomatik olarak engelliyoruz. Davranışlar ve kısıtlanması konusunda: “Biz yetişkinler mantıkla hareket ediyoruz. Belli ihtiyaçlarımızın önüne başka şeyler koyabiliriz. Kendimize ya da başkalarına zararları olmayacak kararlar verebiliriz ama çocuklar bunu yapmıyorlar.” dediler. Bu söylem de aslında katılıma engel olabilecek düşüncelerden bir tanesi diyebiliriz.

Katılıma imkân yaratabilecek unsurlar: “öğrenme ve tecrübe.” Çocukların öğrenme ve tecrübeye olan yatkınlığı güzel bir şey çünkü katılım da öğrenme ile gerçekleşebilecek bir şey. Çocuğun güçlenmesi, öğrenmesi, bilgisini arttırması ile olabilecek bir şey. Bu anlamda belki bu konular desteklenebilir.

Bence katılım için en önemli özelliklerden bir tanesi çocukların dirençliği ve ısrarcılığı. Öğretmen adaylarının da bunu kabul etmesi lazım. Yetişkinler ne yaparsa yapsın çocuklar vazgeçmeyecekler; seslerini duyuracaklar. Seslerin gittikçe bir çıkmasının sebebi de bence bu. Yani ısrarcı olan çocuklar. Yoksa ben yetişkinlerin çok da değiştiğini pek zannetmiyorum.

Son olarak ideal çocuk kavramını da sorduk. Çoğunluk “uslu, yetişkinlerin sözünü dinleyen, ne denirse onu yapan” bir çocuğu ideal çocuk olarak tanımladı. Ama bunları kendi fikirleri olarak tanımlamadılar. “Toplumda böyle bir şey var. Katılmıyorum. Bence ideal çocuk merak eden çocuktur, soru soran çocuktur.” diyen de oldu. Toplumun algısına göre toplumda böyle bir ideal çocuk tanımı var ki benim 3 yaşındaki oğlum da “ben yaramaz çocuğum artık.” diyebiliyor. Demek ki onun kafasında yaramaz çocuk uslu çocuk ayrımı var. Toplum bunu onlara yansıtıyor. Bu çocukluk algısı nereden kaynaklandı diye baktığımız zaman ailelerinden, toplumdan, kendi çocukluklarından cevabını aldık.

Sizinle paylaşırken kısaca şunu da söyleyeyim. Biz neyi gördük aslında? Okul öncesi programları yani erken çocukluk çocuk gelişimi programları genelde çocuğa yönelik gelişimsel teorik bilgiler, araştırma bilgileri, meslek bilgileri gibi şeyler kazandırır. Ama “Çocuk kimdir?” “Siz kimle çalışacaksınız?” ya da “Kitleyi tanıyor musunuz? Bu kitlelerle ilgili ne düşünüyorsunuz?” gibi kısımlar pek sorulmaz. Biz bu soruyu sormadığımız zaman her öğretmen ya da yetişkin çocuğu kendi çocukluklarıyla bağlantı kurarak ele alamıyor.

Yetişkinler bir zamanlar oldukları çocuğu unutuyorlar diye hep diyoruz ya. İşte bunu unutuyor olmalarının sebebi aslında çocuğu üçüncü bir yetişkin gözüyle görüyor olmaları. O yüzden çocuğu düşünürken; kendi çocukluk deneyimleri ile kendi çocukluk yılları arasında bağ kurabilirlerse çocuğu daha etkin, daha aktif, daha yaratıcı, dönüştürücü bir birey olarak görmeye başlıyorlar.

Çocuk ve çocukluğu sorduğumuz zaman; “kalıp düşünceler, saf, masum, gelişmemiş, desteğe ihtiyacı var, korunmaya ihtiyacı var” gibi cevaplar aldık. Hâlbuki o kişi çocukken kendisini bu şekilde tanımlamaz. “Her şeyi yapabilirim, bana karışıyorlar.” gibi tanımlar bir anlamda. Buradan çıkarak da şöyle bir şey öneriyoruz. Çocuğun katılımı için çocuklara olan bakışın değişmesi lazım. Çocukların yanlış da doğru da olsa karar verebileceğini, bazen yetişkinlerin de çok yanlış kararlar verebileceğini – ki belki de çok yanlış kararları hep biz veriyoruzdur – Çocukların söz hakkına göre hareket ettiğinde otoritenin sarsılmayacağını kabul eden bir bakışa dönüşmesinden bahsediyorum. Öğretmen adaylarının burada bir otoritenin olmaması gerektiği, bunun yüzyıllara dayanan bir geçmişi olduğu gibi şeyleri sorgulaması gerekiyor.

Sadece okul öncesi öğretmenlerinin değil sınıf öğretmenliği, ilköğretim, orta öğretim ve lise seviyesinde de bunların sorgulanması gerekiyor. Ne zaman ki bunlar öğretmen eğitiminde sorgulanır; öğretmen o zaman bir şeyler düşünmeye, değiştirmeye başlayabilir. Kendi içimizde kendi düşüncemizi değiştirmezsek çocukların bizi değiştirmesi çok daha uzun bir zaman alacak. O kadar da zaman kaybetmemize gerek yok diye düşünüyorum.

Teşekkür ederim.

*Bu yazıdaki bazı görseller Çocuğun Katılım Hakkı: Neredeyiz? sempozyumunun Eğitim ve Çocuk Katılımı oturumunda Burcu Ceylan tarafından grafik olarak dokümante edilmiştir.”